Üniversiteye başladığım ilk yıl Sartre'ın Duvar kitabını okurken, Yakınlık adlı öyküsünde bir pasajdan çok etkilenmiştim. Gerçi şimdi yaprakları çoktan sararmış sayfalara baktığımda, kitabın birçok yerini kurşun kalemle çizdiğimi gördüm ama bu satırları neredeyse ezbere biliyorum. Şöyle diyordu öykünün kahramanı:

Beni seviyor, barsaklarımı sevmiyor, ona bir kavanoz içerisinde kör barsağımı gösterecek olsalar, tanımaz, durmadan oramı buramı mıncıklar ama kavanozu eline verecek olsalar içinden hiç bir şey geçirmez bu onundur diye düşünmez, halbuki insan birisinin her şeyini birden sevebilmeli, yemek borusunu da, karaciğerini de, ince barsaklarını da.

Etkilenmiştim çünkü benim kişiliğimdeki hep derine, daha derine gitme güdüsüyle örtüşüyordu bire bir. Kendimi bildim bileli hep altta yatan anlamları aradım tüm yaşadıklarımda. Kitapları sadece okumadım, sayfalarını da karıştırdım, uzun uzun kokladım kapaklarını. Çöp tenekelerinin içine baktım. Halıların altını kaldırdım. Söylenmeyenler, satır aralarında sıkışıp kalanlardı benim asıl duymak bilmek istediklerim. Örtülerin, yorganların, dolapların, divanların, maskelerin, gülücüklerin, gözyaşlarının, kabuk bağlamış yaraların, inceliklerin, küskünlüklerin altıydı yani.

***

Başlangıçta gördüklerime inanasım gelmiyor, bir yanlışlık olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyordum. Hatta suçluluk bile hissettim uzun zaman, sanki ben olanları araştırmasam ve görmesem, tüm gizlenenler, saklananlar orada olmayacaktı da, sırf ben araştırdığım, sorguladığım için ortaya çıkıyordu.

Verdiğim ilk tepki yüzleşmek oldu. Kime bulduklarımdan söz etsem, dehşetle bakan gözler ve içinde reddetme sözcükleri barındıran uzun ikna cümleleri çıktı karşıma. Oysa her şey ortada öylece duruyordu ama görmek istemiyorlardı, bakmıyorlardı, tam da oraya gelince konu, değiştiriliyor, üzerinden atlanıyor, yanından geçiliyordu.

***

Anlamıştım, rahatsız oluyorlardı bundan. Pislikleri halıların altına süpürmek daha kolaydı hem. Üstelik artık benim yanımda daha da dikkatli olmaya başlamışlardı. Babam birçok kez gözlüklerin altından o bakışlarınla her şeyi kaydediyorsun ve sonra gerekli analizleri yapıp bir sonuca varıyorsun yine derdi bana. Ve yine çok kez sen aklımdan geçenleri okuyormuşsun gibi geliyor bana diyen arkadaşlarım oldu.

Oysa amacım kimseyi incitmek, üzmek ya dabulduklarımla şantaj yapmak değildi. Sadece gerçekleri istiyordum ben. Hayatı yalın ve çırılçıplak yaşamak istiyordum. Bilmek istiyordum. Üstelik kendime karşı daha da acımasızdım. Onlara bir bakıyorsam, kendi içime, kendi çiğliklerime, hatalarıma, şişkin egoma, hırslarıma, kıskançlıklarıma bin kez bakıyordum. Geceleri çoğu zaman uykumdan uyanıp ah salak ben, nasıl da yaptım bunu, ne kadar basit ne kadar ucuz bu yaptığım diye kendime kızıyordum. Sanırım hayatım bu yüzden hep özür dilemekle geçti, hâlâ da geçiyor.

***

Diğer yandan bu özelliğimin bana faydaları da olmadı değil. Hayatta hiç bir şeyden iğrenmiyorum artık. Kan, pislik, kusmuk, idrar, ölüm, hepsi tanıdık benim için. Kırmızı plastik eldivenlere, maşalara ihtiyacım yok bunlara dokunmak için. İyi bir hasta bakıcı, ölü yıkayıcı, cerrah ya daameliyathane temizlikçisi, çöpçü vb olabilirim! Şaka bir yana gerçekten pis dediğimiz şeyler kendi gizlediklerimizin yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalıyor aslında.

Şimdi artık başkalarına sondaj yapmayı bıraktım. Tek denek kendimim. Bir kazağı üstümden çıkarır gibi, kendimi tersyüz etmek istiyorum. En içimdekilerle bakmak istiyorum aynaya gizlemeden ve gizlenmeden. Barsaklarım dışarıda sallansın, vücuduma ait tüm irinler aksın ama kalbim de dışarıda çarpsın seken bir serçe gibi.

Hem zaten yine Sartre'ın dediği gibi:

Zaten ölü olan tüm bu insanları öldürmek niye?