Köyün ıssız ve dar sokaklarında gezerken yarı ahşap yarı kerpiç evlerin duvarlarına yansıyan gölgemin karartasını görüyordum.
Yaşamın hüzünsüz ve ağlamaksız şiiri, babasının elinden tutmuş küçük bir çocuğun ürkek yüreğine yaslanarak karanlığın içinde kaybolup giderdi.
Ayaz tutmuş kaldırımların üstünde yakamoz taneleri gibi ışıldayan çiğ damlalarının peygamber rüyasını andıran berraklığı, köylü kızın anlamını yitirmiş bir şekilde boşluğa saplanan dalgın bakışlarından süzülerek gönül hücrelerine dökülürdü.
Seher vakitleri, köyün eski camisinin kurşun kubbeleri altında dertli bir çocuk gibi imanına sarılarak secdeye kapanan ihtiyarların ulvi silueti, bir beyaz gül gibi düşlerimin bahçesinde açardı.
Neşesi eksik bahçelerde açan siyah güllerin segah makamında türkülerini dinlerdik. Sinesinde hasret taşıyan delikanlılarının iç çekişleri, tepelerde zümrüt çığ gibi beliren çamların dallarına tutunur, ardından yıldızların kanatlarına yapışarak bir dua gibi göğe yükselirdi.
Yüzleri çamurla kirlenmiş çocukların alçak gönüllü gülüşleri; eski evlerin diplerinde bitiveren boynu bükük çiçeklerin hüznüne karışır, asmaların üstünde harlı bir ateş gibi ışıldayan gün ışığının, yüzleri kırış kırış güngörmüş nenelerin, dağ rüzgarı gibi zamanın tepesinde dertli dertli ağıtlar yakan, nasırlı elleriyle torunlarını kucaklayan dedelerin minareden dökülen sessizliğiyle yarışır; bir zaman sonra da yosun tutmuş çeşmelere tutunarak, ölümün gölgesi düşmüş serviliklerin arasından süzüle süzüle yıkık evlerin, harap ocakların, dağların, ovaların arasında kaybolup giderdi.
Ben en çok Tan vakitlerini severdim...Hele ki, gün ışığının o taze parıltısı yok mu; pencere önlerine konulan renk renk çiçeklerin üzerine inci dişli bir gülümseyiş bırakırdı sanki.
Kuşların nağmeli nağmeli ötüşlerinin, bizim evin önündeki inatçı horozun yeminli çalar saat gibi her gün aynı saatte avaz avaz bağırışının, çobanın dumanlı gözlerle ağıldan çıkardığı davarların en güzel kır türkülerini söylercesine yola koyuluşunun verdiği o erguvan renkli huzur, bakır renkli minarelerin üzerinden yükselerek mezarlıktaki servilerin üzerine sağanak sağanak akardı ki o vakit bu matemli ağaçlara vakarlı bir tavır, asaletli bir görünüm verirdi.
Köylü kadınların, dar sokaklara sağlı sollu içtimadaki asker gibi dizilmiş yarı kerpiç, yarı ahşap, yarı betonerme evlerin önlerinde yaptıkları sohbetlerin uğultusu; şırıl şırıl akan derelerin dinginliğine karışır, vaktin insanı yoran akışının içerisinden vız gelip tırıs geçerek en bakımsız en kuytu ocakların saraylara bedel havasına, hasret taşıyan bir gönülle sarılırdı.
Tarlalarda çalışan köylülerin mukaddes zem zem gibi dökülen ter damlaları, yüzü solgun, kaşları çatık, gözleri nemli toprağa hece hece düşerken şefkatli bir anne gibi öpüp koklardı sanki.
Elleri nasırlı kadınların yazın son günleri başlayan kış hazırlıkları, hemen her evin önünde kurulan kazanlarda pişen konservelerin, çam ormanlarında tütsülenen, en tatlı suların üzerinde kuğu gibi süzülen dağ başlarında gezinen salçaların miski amberi andıran o nefis o naif kokusu; içten içe bir dua gibi geçen sonbahar rüzgarına sarılarak güneşin son nurundan damlayan ışığın aydınlattığı öz cennetin üzerinde efil efil esen bir ninni gibi dolaşırdı.
Issız sokakların duvar diplerinde büyüyen derin sessizliğin kokusuz çiçeği, şahadet edercesine göğe doğru yükselen gecenin ayaz tutmuş karanlığında üşüyen bir mum alevi gibi titreye titreye yol alır; bir nakkaş titizliğiyle taşı işleyen yağmur taneleri, akşamı tespih çeker gibi çeviren vaktin parmak uçlarımızdan kan damlası gibi akışı, hırkası sırtında bir derviş gibi ağır ağır gelen kış günlerinin suskunluğu gönlümüzün duvarında asılı eski zaman tablosu gibi asılı duran mazinin yatağına hüznünü dökerdi.
Şükrederek kalktığımız sofraların doyumsuz ziyafetiydi soğan-ekmek kokusu...Ölüm döşeğindeki hastalarımızın umudu olan affedilme duygusu, ellerimizle okutup büyüttüğümüz ağaçların gölge vermeyen nankörlüğü, en sert kayalarla yiğitçe dövüşen ırmakların serinleten türküsü, umudun saçlarına doladığımız düşlerimizin buğday tanesi gibi berrak ışıltısı, ıslık çala çala volta attığımız bitmek bilmeyen yolları, bahar günleri saklandıkları yerden başlarını kaldırarak boşluğu dinleyen ıhlamur ağaçlarının o mesut kokusu, ruhumuzun bir köşesinde nihayetsiz bir ova gibi uzanan köy hayatımızın şiirini yazardı.
Nemli ve yapışkan bir yalnızlık duygusunun anlamsız sıkıntısı durup durup yüreğimizin ortaya yerine çöreklendiği olurdu da evlerin bahçelerine kurduğumuz kurduğumuz tenteli bir salıncağa uzanır, hayatın çizgileri arasından içi çekilmiş bir ruh gibi boşluğa bakardık.
Bir zaman sonra, bakış yönümde kıvrımlı bir yol gibi uzayan boşluğun ardında bekleyen bambaşka boşluklara ilişirdi gözüm. İnsan derdim kendi kendime insan, sol yanındaki adına kalp dedikleri o sırçanın kırılıp dökülmesi ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi sevgi ve şefkatle tamir edilmesiyle uğraşır ömrü hayatında.
Bugünlerde orta yaşlılık çağımın çilesiyle zehirliyorum düşüncelerimi. Nereye baksam hangi dağa yönümü çevirsem, çocukluğumun ılık sonbahar günleri, anamın başörtüsü gibi mukaddes beyazlığın bizim köyün gerdanında sabahladığı soğuk kış günleri, renk renk çiçeklerin, mavi bir atlası andıran gökyüzünde şarkılar türküler söyleye söyleye uçuşan kuş seslerinin armonisiyle yorgun ruhlarımıza tazelik veren bahar günleri, iliklerimize kadar işleyen lakin tarlada bahçede toz toprak içinde göz açıp kapayıncaya kadar geçiveren sıcak yaz günleri şimdilerde siyah beyaz fotoğraf kareleri şeklinde gözümün önünden geçip gidiyor.
Eşiklere saklanan kedilerin ağlamaklı sesleri, kırışık bir kağıt parçasını andıran yüzlerinde koca bir hayatın öyküsü yazılı duran ihtiyarların Yatsı Namazından dönerken sokak lambalarının loş ışığında aydınlanan eski zaman hatıraları, yağan yağmurun yokuştan aşağıya sürüklediği kayırların, minnacık çakılların, yıpranmış yaprak ve naylon parçalarının yığıntıları arasında kaybolup gidişi de daha dün aklımda...
Perdelerin arasından güç bela sızan sarı ışıkların nokta nokta yüzümüze vurduğu zamanlarda ruhumun delişmenliğine kapılıp evin bir köşesine sinerek kenarlarını çiçek böcek resimleriyle süslediğimiz okul defterimizin arkasına çocuk kalbimizde yeşillenen ilk aşklarımıza sevdiğimiz şairlerin şiirlerini yazıverirdik.
Zaman, minareler arasında asılı duran mahyalar gibi insanda ulvi duygular uyandıran bir geçişti köy yerinde. Kırlarıyla, bayırlarıyla, taşıyla toprağıyla, çiçeğiyle böceğiyle, deresiyle, suyuyla, nasırlı elleri toprağa can veren insanıyla biz gibilere esrarlı bir dünyanın kapılarını, adım adım fersah fersah volta attığımız sokaklarının güzelliğinin sihriyle baş döndüren Leyla'mızdı bizim.
Her evin önünü gölgelendiren meyve ağaçlarının rüzgardaki fısıltıları köyün damarlarına kadar nüfuz ettiği zamanlarda yaşayamadıklarımızın hüzünlü ırmaklarıyla yüreğimizi doldurur, hasretlerin yürek burkan senfonisini dinlerdik.