Günlerce süren sıcak havanın ardından meteoroloji müjdeyi verdi: Bugün yağış var. Çok şükür bir nebze olsun serinleyeceğiz. Sabah saatlerinden itibaren masmavi gökyüzünü kaplayan bulutlar biraz nazlı gözükse de kadere boyunlarını uzatmışlar usul usul toplaşıyorlar.
Bizim evin önünde yaz kış efil efil esen rüzgâr bugün daha bi hırslı sankim. Kanlı kadife, patates çiçeği, begonya, küpeli, nergis… Anamın evladı gibi baktığı çiçekleri de rüzgârın uğultusuna eşlik ederek hep bir ağızdan Huuu çekiyorlar. Doğa da ilahi düzen bütün ihtişamıyla kendini gösteriyor.
Yaz aylarının modası haline gelen orman yangınları sonrası ara ara minarelerden Ezan-ı Şerif’e müteakip yükselen ormanlara girmenin yasak olduğu şeklinde anonslar yüreğimizi sızlatıyor. İnsanoğlu böyle işte mirim...Kendi ektiğini kendi biçiyor.
Adetimdir gün ışımaya başlar başlamaz, çaya çorbaya nasiplenmeden, peynire, zeytine çatal sallamadan günün gazetelerini okurum. Sağolsun marketin çırağı hiç aksatmaz saat 7.00 dedi mi kapıda bitiverir de abi her günküleri getirdim der. Araya üç beş bahşiş de sıkıştırarak parasını verir yollarım ufaklığı.
Eş dost, hısım akraba hep bir ağız olmuşlar da ‘len Şefik, internet çağında. Uzaya adam gönderip dururla. Bugün yarın belkim biz bile gideceğiz. Biz diyelim 3 sen de 4 boyutlu teknolojiler her Allah’ın günü yenilenip duru sen halen şu gazeteyi aşamadın. İnternetten günlük, saatlik, ulan saniyelik be saniyelik haberleri okusana birader” deyip dururlar. İnanır mısınız hiç kulak asmam. Şu modernitenin savurduğu hayatlarımızda mis gibi kokusuyla bir gazete bir çay keyfimiz kaldı desem de anlamazlar zaten.
Hele hele derdimin anlık haberlere bakmak olmadığını, radyoda çalan alaturka şarkılar eşliğinde gazetelerin her satırını deyim yerindeyse hatmetmenin, varsa ilgimi çeken haberleri el yordamıyla kesip saklamanın nasıl huzur verdiğini hayatta anlatamam hem valla hem billa.
Hoş, şu gazeteci milleti memlekette gündem diye gam yükü yüklüyorlar ya milletin sırtına ortalıkta dertli kaval gibi gezinerek sağa sola içimizi döküyoruz:
Zamlar, politikacıların bitmek bilmeyen dayılanmaları, ülkedeki mülteci nüfusun şımarıklıkları, terör olayları, şehitlerimizin acısı, katledilen kadınlarımız, mini mini yaşlarda sapıklığa kurban giden yavrularımız, caddelerde, sokaklarda, kafelerde, otobüslerde, tramvaylarda nedensiz çıkan kavgaların kopardığı hayatlar, dünyada artan savaşlar, her Allah’ın günü tohum gibi bitiveren virüsler, salgınlar…
Akla gelen gelmeyen ne kadar felaket varsa gazete sütunlarında. Eskiler şunca olayın milyonda birine ahir zaman alametleri derdi ya şimdiyi görseler alnı secdede bugün yarın kıyamet kopacak diye beklerlerdi herhalde.
Her şeyin bir sebebi var şu hayatta. İyiliğin de kötülüğün de. Bugün insanın içine düştüğü bu dipsiz kuyu da dünyayı esir alan ahlaki çöküşün, hukuksuzluğun, merhamet ve vicdan yoksunluğunun ürünü olduğunu sağır sultan duydu be azizim.
Sabah akşam körüklenen nefsimizin arzularına yetişebilmek, ihtiyacımız olan hayatlara değil ihtiyacımız olduğuna inandırılan hayatlara kavuşabilmek için vahşi bir yarışın içerisinde kendimizi bulmamız, yükselmek için bir omuz aramamız, itikadlarımızı bile kirli emellerimize cila yapmamız sonsuz bir kötülük sarmalının içinde bırakıyor bizleri. İster eş ister dost; ister hısım, ister akraba olsun uzatılan ellere güvenmeyişimiz nedeniyle bu sarmalın içinden çıkmaya çalıştıkça daha çok batıyoruz.
21. yüzyıl insanın en büyük sorunu korkuları olsa gerek. Çünkü hep her şeye sahip olma arzusuyla aşılanan hayatlar elbette kaybetme korkusunu da beraberinde taşır nereye giderse gitsin.
“Nasibi kıymetli yapan şey; emek, sabır ve şükürdür” der eskiler. Modernitenin biçimlendirdiği hayatlarda kazançlar gerçek bir emeğin ürünü olmadığı için sabır ve şükür harcıyla da beslenmiyor maalesef. Fazla emek vermeden kolayca sahip olan her şey aynı şekilde kolayca elde çıkabileceği düşüncesi olsa gerek insandaki korkuyu besliyor. Ve bu korku yerini daima sağlam tutmak isteyen insanı daha da saldırgan bir hale getiriyor.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medya da bir profilde gördüydüm şöyle bir alıntı vardı. Ne güzel özetlemiş bugünün insanını:
“İnsan insanın zehrini alır”
Derlermiş eskiler..
Şimdi öyle mi..?
İnsan, insana zehir saçıyor.
Yoruldum dedikçe yokuş olan,
İnsanlar her geçen gün çoğalıyor...
İnsan sahip oldukça mutlu olacağını zannediyor. Oysa nasiptir insanı mutlu kılan. Midenizi ihtiyacınızdan fazla yemekle doldurursanız maazallah patlayıverirsiniz. Hayatta böyle işte. Gönül oburluğu kabul etmez. Nasibince ister. Yeter ki nefsini yaklaştırma. Uzak tut gönlünden.
Gazeteleri okurken hep böyle olurum ben. Hayata dair düşünceler gelip geçer aklımın köşesinden kanata kanata. İçlenirim, hüzünlenirim, kimselere de diyemem, ne yaparsam kendime yaparım sizin anlayacağınız. Bundan kelli olsa gerek tansiyondu, şekerdi ne çeşit hastalık ararsanız bende.
Anam sesleniyor: “Hadi oğul, kahvaltı hazır, bırak şu gazeteleri de sofraya otur.. Gerisini akşam okursun. İşe geç kalacaksın” diyor. Anamı kızdırmak olmaz. Lakin lafı da böyle orta yerde bırakmak olmaz diyerek bir dua ile nokta koyalım:
Geçip giderken şu dünya denilen hayat sahnesinden,
Perde kapandığında
Güzel izler bırakan ve iyi anılan insan olmayı
Diliyorum