Yalnızız… Her geçen gün daha da büyüyen ve kalabalıklaşan kent hayatı içerisinde benliğinden soyutlanmış nesneler halinde yaşam sürmeye çalışıyoruz. Maddi şartlar hayatımızı sarıp sarmalamaya ve bizleri ölçüsüz bir somutlama girdabında boğmaya devam ediyor.
Ruhumuzdaki o soyut veçheyi arkalara itiyoruz. Somutlamayı yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline getiriyoruz. Yaşamımızda eksilen ve yoksunluğunu hissettiğimiz ne varsa maddi şartlarımızı iyileştirerek ve daha fazla şeye sahip oldukça giderebileceğimize inandırılıyoruz. Söz gelimi mutsuz olduğumuz anlarda alışverişe yönelmemiz ve yeni bir şeyler aldığımızda mutlu olabileceğimiz hissine kapılıyoruz. Reklamlar bizi bu doğrultuda yönlendiriyor ve kulağımıza; “Mutluluğunuz için daha fazlasını isteyin” şeklinde fısıldıyor.
Birkaç hafta önce güzide bir şehrimize kardeşimin işleri dolayısıyla ziyaret amaçlı gitmiştim. Sosyal hayatın aktığı caddelerini ve sokaklarını özellikle gezdim. Gördüğüm manzara mağaza ve dükkanların tesbih taneleri gibi sıklıkla yan yana dizildiği şeklindeydi. Kalabalık ve dar mekanlar…
İnsan bu yaşam biçiminin arasında gerçek ihtiyaçlarına dair düşünemiyor bile. Her alışveriş dükkanın yanında veya hemen yakınında bir kafeterya veya restaurant. Eş dost, arkadaş bir şeyler yiyip içerken dahi gözünüz karşıdaki mağazanın vitrinine kayıyor. Ve böylece algılarınızı ve tercihlerinizi yönlendiren uyarıcıların etkisinden kurtulamıyoruz. Her daim tüketim kültürünün içerisinde kalıyoruz.
Reklam dili bunu öğütlüyor. Daha fazla harca, daha tüket ve daha mutlu ol.
Kentler, hep bu düzen üzerine inşa ediliyor. Bu yeni düzenin sihirli sözcükleri ise Hız, zamansız ve mekansızlık şeklinde kendini gösteriyor. Hızlı yaşam bizi farkındalıktan uzaklaştırıyor. İletişimsizlik sarmalının içine itiyor. Apartmanlar, plazalar ve bu plazalardaki yaşam biçimleri, kimse kimseye temas etmeden, kimsenin kimseyle iletişim kurmadan, yaşama dair iki kelam etmeden hayat süreceği şekilde tasarlanıyor. Çünkü insan iletişim kurdukça sorgulamaya, sorguladıkça farkında olmaya başlar. Sistem sizden bunu istiyor.
Sürekli üretme ve tüketmeye programlıyız. Bu hızlı yaşam adapte olayım derken değerlerimizi yitirmeye başladık. Önce mahalleler yok oldu, ardından aileler. Zaman dediğimiz şey daha bir bulanık. Mekan algısını ise yitirdik. Çünkü her şey birbirine benziyor. Bunun adına da küresellik deniliyor. Teknolojideki gelişmeler ve dijitalleşme ile sınırların olmadığı, sürekli sistemin saldırılarına maruz kaldığımız bir dünya sunuyor.
Alışılmış yaşam biçimlerimizi her geçen zaman daha da terkediyoruz. Çevre ve doğadan koparılmış yapay bir iklimde yaşıyoruz. Bu nedenle modern insan hastalığı dediğimiz salgın hastalıklardan kurtulamıyoruz.
Antropolog Desmond Morris'in İnsanat Bahçesi adlı eserinde şöyle bir ifade yer alıyor:
Afrika'da zebralar kendi doğal hayatlarında en ufak bir mide rahatsızlığı yaşamazken, hayvanat bahçesine kapatıldığında mide ülseri yaşıyorlar.
Morris'in bu örneğinden yola çıkarak gittikçe kalabalıklaşan, teknolojinin hayatımıza daha fazla egemen olduğu, Tanpınar'ın ifadesiyle 'Uğultu Değirmeni'ni andıran şehir hayatı içerisinde insanın konumunu da bu şekilde algılayabiliriz.
Toplumsal olanın yerini bireycilik alıyor. Tarih ve kültür bilincinden yoksun nesiller yetişiyor. Her toplum kendi köklerine bağlı kalarak gelişir düşüncesinden uzaklaşıyoruz. Batı gelişim ve yenileşme yolunda yegane rol modelimiz oldu. Batı’daki bütün gelişim ve değişimler gecikmeli de olsa bize de sirayet ediyor.
Oysa Albert Sorel’in Paris’te ders verirken Slav öğrencisine “Siz yeni bir milletsiniz. Kendi milletinizi kendi tarihinizden çıkartarak inşa edeceksiniz. Bizi örnek almayın” tavsiyesi dün gibi akıllarda.
Velhasıl-ı Kelam, bu yeni yaşam düzeni zaman geçtikçe kaotik bir zemin üzerinde ilerliyor. Bu yeni düzene Postmodernizm deniliyor. Postmodernizm bizi benlikten, nizamdan ve belirli bir düzenden uzak insanların sadece konforu aradığı bir dünyaya götürüyor. Ali Şeriati “Konfor ruhun bataklığıdır” demişti oysaki. Her şeye rağmen ümitsiz değiliz. Çünkü insan fıtratı bir yerden sonra bu yaşam biçimini ret edecektir. Hakk neyi yazmışsa Halk onu yaşayacaktır.