Tespihböceği gibi kıvrılmıştı mutfaktaki kalorifer peteğinin yanına. Ayakları üşümüş, elleri uyuşmuş ve kızarmıştı. Ovuşturdu ellerini; avuç içlerini birbirine sürtüp ısınmaya çalıştı. Bu hareketi kâfi gelmeyince, nefesiyle ısıtmayı denedi ellerini. Daha da olmayınca, mutfakta biraz volta atıp kalorifer peteğinin kenarındaki sandalyeye oturdu.
Oldukça düşünceli bir halde, uzun süre öylece kaldı. Hiçbir düşüncesi bir diğerini tutmuyor; çaresizce, boş boş oturuyordu. Yaklaşık iki aydır işsizdi. Gündüzleri zaman zaman iş aramaya çıkıyor; fakat her defasında eli boş dönüyordu.
Her eve geldiğinde “Yarın iş aramak için daha çok dolaşacağım” diyor buna rağmen biraz dolaşıp kısa zamanda eve dönüyordu. Fazla yürümek onu kısa sürede yoruyordu. Üstelik ruhen de çökük hissediyordu kendini. Bu da ona başka bir yorgunluk hissi veriyordu.
Mutfağın penceresine yansıyan yüzünü inceledi. Ne kadar da üzgün bir çehresi vardı. Gözlerinin derinliğine gizlenen hüzün, dikkatli bakıldığında fark edilecek kadar sinmişti yüzüne. Gençliğini hatırladı. O zamanlar çalışmak için birçok kapı ona açılıyor ve iyi paralar kazanıyordu. “Keşke” dedi kadın, “Keşke bir kaç seneliğine bile olsa gençliğim geri gelse”. Hani şu borçlarından kurtulabilecek kadar… Oysa şimdi hangi kapıyı çalsa önce yüzüne bakıyorlar, “Eleman aranıyor” yazısı asılı olduğu halde “Biz aldık; yarın biri gelip başlayacak” diye cevap veriyorlardı. Kadın anlıyordu genç bir eleman arandığını.
Kalorifer peteğinin üstüne koydu ellerini. Petek bile doğru düzgün ısınmazken, odanın hamam gibi olmasını beklemiyordu kadın. Her şeyi idareli kullanması lazımdı. Yoksa fatura daireleri varlıktan yokluktan anlamazlardı haklı olarak. “Sonuçta haklılar. Hizmetlerin bedeli elbette ödenmesi gerekir” diye düşündü. Hayıflandı kendine. Hatta kendine kahretti birden. Neden kendini bu duruma düşürmüştü ki? Kendi ayaklarının üzerinde duracak zemini niye hazırlamamıştı? Fakat bundan vazgeçti; çünkü bunlar herkesle paylaşılacak şeyler değildi. Kim anlardı bugün bu durumda oluşunu. Dışardan farklı gözükse de kendi bildikleri farklıydı.
Biraz da kendini suçlu hissetti. İşini tam takip etmeyince aksaklıklar oluyordu. Fırsat verilse, ilerlemiş yaşına rağmen oldukça aktif ve çalışkandı. Her çalıştığı yerde, sanki kendi iş yeriymiş gibi sahiplenerek çalışırdı.
Bir süre daha oturdu. Acıkmıştı. Buzdolabının kapağını açtı. Dolabın içinin soğukluğu aniden yüzüne çarpınca geriledi. Gözleriyle dolabın içini taradı. Ne kalmıştı ki? Bir köşede ceviz büyüklüğünde kaşar peyniri vardı sadece. Onu aldı; çay demleyip tost yapabileceğini düşündü. Kaşar peynirini ekmek tahtasının üzerine koyup, et döveceğiyle hafif hafif vurarak yassılaştırmaya, yufka misali açmaya çalıştı. Bıçakla kesse kırık kırık olacaktı. Nitekim peynir çay bardağı altı kadar açılmıştı. Kadın, sanki heykeltıraşların yaptıkları eserlerden birine bakarcasına peyniri seyretti. “Oldu” dedi. Şimdi de bu peynire bir küçük somun lazım. Ekmek sepetinde ekmek aradı. Ekmeğin bittiğini fark etti. Cüzdanına baktı. Yetmiş beş kuruştan başka parası kalmamıştı. Yirmi beş kuruşu yoktu.
Gözleri doldu, mırıldandı…
“Bir somun ekmek, bir somun ekmek…”
Ve bir şiir döküldü yüreğinden…
Düşerek bir basamak daha düşlerden,
İyice eriştim dallarına yalnızlığın.
Ve sen…
Evet sen!
Be hey saklımdaki umut,
Kopup da gel şimdi.
Sağanak sağanak yağmurlara dolanarak.
Tut elimden çek beni.
Çıkar beni
Şu umutsuzluk çukurundan…